Yaşam

İnsanlığı kurtarmak için kaç kez ölürdünüz?

* Bu yazı filmin bazı sürpriz gelişmelerini açık etmektedir.

Bong Joon-ho, sinema dünyasında uzun yıllardır dikkat çeken bir yönetmen. “Cinayet Günlüğü” (Memories of Murder) ile suç ve gerilim türüne damgasını vuran, “Yaratık” (The Host) ile ‘canavar’ filmlerine toplumsal eleştiriyi ustaca ekleyen, “Snowpiercer” ile bilim kurgu distopyalarına kendi bakış açısını katan yönetmen, 2019’da “Parazit” ile zirveye ulaştı.

Sınıf mücadelesini kara mizahla harmanlayan film, hem 72. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazandı hem de 92. Oscar Ödülleri’nde En İyi Film Ödülü’nü alarak büyük bir başarı elde etti.

Bu büyük çıkışın ardından yönetmenin birkaç yıldır erteleme haberleriyle gündeme gelen yeni projesi “Mickey 17” büyük merak uyandırdı haliyle. 7 Mart Cuma günü sinemalarda izleyiciyle buluşmaya başlayan “Mickey 17”, yönetmenin bilim kurgu dünyasına dönüşünü müjdeliyor. Edward Ashton’ın ‘Mickey 7’ adlı romanından uyarlanan film, kapitalizmin acımasız düzenine, insan hayatının değerine, kimlik sorunsalına ve ölüme dair sorular soruyor. Ancak bu soruların cevapları ne kadar tatmin edici?

YAŞA, ÖL, TEKRARLA

Filmin merkezinde “Alacakaranlık” serisiyle tanıdığımız Robert Pattinson’ın canlandırdığı Mickey Barnes karakteri yer alıyor. 2054 yılında geçen hikaye, insanlığın yeni bir gezegeni kolonileştirme çabalarına odaklanıyor. Ancak yeni bir gezegeni kolonileştirmek kolay değil… Bu süreçte tabii ki ağır fiziksel ve zihinsel yük gerektiren görevler var. Bu görevleri üstlenmesi için harcanabilir işçiler kullanılıyor. Mickey de bir “harcanabilir”. Mickey, öldüğünde yerine aynı bilince ve anılara sahip yeni bir klonu üretilen bu işçilerden biri. Sistemin en alt basamağında yer alan bu karakter, defalarca ölüp tekrar diriliyor ve her seferinde aynı çarkın içinde sıkışıyor.

‘Bir insan neden kendi iradesiyle bu göreve gelir?’ diye soruyor olabilirsiniz. Mickey de bu göreve heyecanla değil, mecburiyetten geliyor. Arkadaşı ve iş ortağı Timo ile birlikte, ‘Bir gün makaronlar hamburgerden daha çok satacak’ hayaliyle bir makaron dükkanına ortak olan Mickey, tefeciden aldıkları borcu ödeyemeyince, çareyi ortadan kaybolmakta buluyor.

Mickey, türlü deneylerde kullanılıyor; ölüyor, tekrar basılıyor. Bu noktada filmin klonlamayı farklı şekilde ele aldığını belirtebiliriz. Çünkü Mickey sürekli yeniden basılıyor ama hafızası ve anıları o klona da ekleniyor. Yani sıfırdan bir insan olmuyor her seferinde; öldüğü anları hatırlıyor ve ölümden hep korkuyor.

Ancak bir gün Mickey’nin son versiyonu, yani Mickey 17, bir görev sırasında arkadaşı Timo tarafından ölüme terk ediliyor. Timo kampına Mickey’nin öldüğünü söylediği için de Mickey 18 basılıyor. Mickey 17, planlananın aksine ölmek yerine hayatta kalınca sistemin kurallarına aykırı bir sorunla karşı karşıya kalıyor: Mickey 17 ve yeni üretilen Mickey 18, aynı anda var olursa ne olur?

BİLİM KURGU DİSTOPYASI İLE KARA KOMEDİ

Film, ilk yarısında bu sorular etrafında bir gerilim yaratıyor. Mickey, kendi yerine üretilen versiyonuyla karşı karşıya geldiğinde, yalnızca fiziksel varlığının değil, kimliğinin de pazarlık konusu olduğunu fark ediyor. Ancak bu noktada filmin yönü değişiyor ve klonlama anlatısı, uzaylı bir tür olan Korkunçlar’ın (Creepers) devreye girmesiyle farklı bir boyuta taşınıyor.

Donald Trump ve Elon Musk karışımı bir karakter olarak tasarlanan Kenneth Marshall karakterinin öncülüğündeki insan kolonisi, gezegeni ele geçirmek için geniş çaplı bir sömürgeci plan yaparken, yerli tür olan Korkunçlar’ı yok edilmesi gereken bir tehdit olarak görüyor. Film ilerledikçe, bu varlıkların birer canavar değil, kendi bilinçleri ve geçmişleri olan bir uygarlık olduğu ortaya çıkıyor.

Yönetmen, bu yaratıkları basit bir düşman olarak sunmaktan kaçınarak, insanların sömürgeci zihniyetini eleştiriyor. Mickey’nin diğer insanlardan farklı olarak Korkunçlar’la iletişim kurabilmesi, karaktere yeni bir perspektif daha kazandırıyor.

Yönetmenin anlatımı, bilim kurgu distopyası ile kara komedi arasında gidip gelse de, bu noktadan sonra filmin odak noktası kaybolmaya başlıyor.

MICKEY’NİN SONSUZ DÖNGÜSÜ

Bong Joon-ho’nun sineması, genellikle alt metinleriyle güçlüdür. “Snowpiercer”; bir tren üzerinden sınıf çatışmasını anlatırken, “Parazit” doğrudan burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki görünmez savaşın altını çiziyordu. “Mickey 17” de işçi sınıfının modern kapitalizmde nasıl sömürüldüğünü anlatmak istiyor. Mickey’nin sonsuz döngüsü, işçi emeğinin sistem içinde değersizleşmesini temsil ediyor. Ancak film, bu fikri derinleştirmekte zorlanıyor.

Özellikle Mark Ruffalo’nun canlandırdığı Kenneth Marshall karakteri, yönetmenin geçmiş filmlerinde gördüğümüz güçlü antagonistler kadar katmanlı değil. Marshall, açgözlü bir lider olarak tasarlanmış olsa da, fazla karikatürize bir figüre dönüşüyor. Filmin kötü adamı, kapitalizmin insan hayatını nasıl değersizleştirdiğini göstermek yerine, sadece zorba bir figür olarak kalıyor. Yönetmenin önceki filmlerinde gördüğümüz ince toplumsal analizler, burada daha yüzeysel hissediliyor.

OYUNCULUKLAR ÜZERİNE

Başrolde yer alan Robert Pattinson, çift karakter performansıyla filmin güçlü unsurlarından biri. Beklenenden farklı bir oyunculuk sergiliyor Pattinson. Mickey 17 ve Mickey 18 arasındaki farkları başarıyla yansıtıyor ve tek bir karakter üzerinden farklı psikolojik katmanlar oluşturuyor.

Mark Ruffalo’nun canlandırdığı Kenneth Marshall karakterinin karikatürize edilmiş hâli, filmin mesajlarının daha yüzeysel kalmasına neden oluyor. Toni Collette’in canlandırdığı Ylfa da absürd tonu güçlendiren ama derinliği olmayan bir karakter olarak yerini alıyor. Nasha’ya hayat veren Naomi Ackie de, Timo’yu canlandıran Steven Yeun da onlardan isteneni yerine getirmiş görünüyor.

Filmin görsel dünyası ise başarılı. Bong Joon-ho, her zaman mekan kullanımında ustalık sergileyen bir yönetmen. “Mickey 17″de de bu detaylar hissediliyor. Uzay kolonisi, steril ama aynı zamanda tekinsiz bir atmosfer sunuyor. Fütüristik detaylar, filmin distopik havasını destekliyor.

SORULAR ARKA PLANDA KALIYOR

Yönetmenin önceki yapımlarındaki toplumsal eleştiriler bu filmde de mevcut, evet. Ancak “Mickey 17”, “Parazit” kadar keskin bir anlatı kuramıyor. Yönetmenin “Snowpiercer” ve “Okja”da olduğu gibi distopik dünyalara getirdiği yenilikçi dokunuş da “Mickey 17”de daha zayıf hissediliyor.

Film, kapitalizmin ezdiği bireyin mücadelesini anlatırken, zaman zaman kendi iddialı fikrinin altında eziliyor. Klonlamaya dair sunduğu felsefi ve etik meseleler, yeterince derinleştirilmiyor. Bunun yerine, hikaye daha fazla aksiyona kayıyor ve asıl sorular arka planda kalıyor.

“Mickey 17″nin, Bong Joon-ho’nun filmografisinde geriye atılmış bir adım olduğunu söyleyebilirim. Filmin görselliği ve mekân tasarımları başarılı olsa da anlatının bütünlüğü açısından tatmin edici değil.

Sonuç olarak, “Mickey 17” büyük beklentilerle karşılanan ama bu beklentilere tam olarak ulaşamayan bir film. Yönetmenin önceki filmlerinden aşina olduğumuz güçlü toplumsal eleştiriler var ancak anlatımındaki kopukluklar filmi zayıflatıyor. Yine de Bong Joon-ho’nun yönetmenlik becerileri ve Robert Pattinson’ın performansı, filmi izlenmeye değer kılan unsurlar arasında.

“Mickey 17”, yönetmenin sinema diliyle tanışanlar için ilginç bir deneyim olabilir ama “Parazit” sonrası yine büyük bir başyapıt bekleyenler için tatmin edici olmayabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu